SİNEMA ve MODA: ÇÖZÜLEN EFSANEVİ BİRLİKTELİK

Özet
Sinema, 1920’li yıllardan başlayarak moda ile ilişkilerini geliştirmiş, moda da sinemanın moda tasarımcıları için çok önemli olan, kolektif beğenileri biçimlendirmedeki üstünlüğünden yararlanmayı başarmıştır. Süreç içinde birbirleriyle olumlu ve yararlı bağlar var eden sinema ve moda bu bağı çağdaş iletişim ve yeni medya alternatiflerinin de etkisiyle sanki koparmıştır. Belki bu nedenle olsa gerek, Barneys New York’un Yaratıcı Direktörü Simon Doonan “Bugünlerde filmlerin moda üstündeki etkisi hiç de öyle belirgin değil” düşüncesini ileri sürmektedir. Bu makale, her iki tarafı da etkileyen sözkonusu sorun üzerinde durulmaktadır.
Anahtar sözcükler: Sinema, moda, giysi, etkileşim.
Abstract
The relation of cinema and fashion has been developed since 1920’s. The fashion designers have benefited the advantages of the cinema that shaped the collective taste of the public.
Cinema and fashion have built many mutually beneficial and positive ties in this proces. However contemporary interaction and new media alternatives have a negative effection on this tie to the extend of tearing it apart.
Perhaps for this reson, the creative director of Barney’s New York, Simon Doonan, puts forword the thought as ” These days, the effects of films on fashion is not really abvious! ”
This article discusses the issue that affects both sides.
Key words: Cinema, fashion, clothes, influence
Giriş:
Sinema ve modanın başlangıçta ayrılmayan ve birbirini etkileyen yolları günümüzde ayrılmış
görünümdedir. “Eskiden sinemayla moda yapışık kardeş denecek kadar iç içeydi” (La Ferla,
2010:11) denilen sürece ve ilişkilere ne olmuştur? Bu sorunun yanıtını verebilmek için
ikilinin ilişkilerinin başlangıç ve gelişimi üzerine bir inceleme yapılmasının yararlı olacağı
görülmektedir.
Moda, sözcük anlamıyla toplumun tüketime yönelişini (trend) belirleyen tüketim anlayışı
– İtalyanca’da değişiklik gereksinimi veya süslenme özentisiyle toplum yaşamına giren geçici
yenilik- olarak tanımlanılmaktadır.
Moda, genel bir tanımlamadır. Bu kavram “giyimin, davranışların vb. özellikle seçkin ya da
seçkin olmak için yapılanan bir toplum tarafından geleneksel kullanımı” olarak
genişletilebilir. Kısaca, moda dizge içinde kurulan/tarif edilen ya da Roland Barthes’a göre
“fazladan bir vida dönüşünden başka bir şey olmayan”dır (Barthes, 1998:147). Guiraud’ya
(1994: 22) göre giyinmek de topluluğu belirleyen varlıksal biçimlerden biridir. Dolayısıyla
“kravatlarımız, arabalarımız, klasik stil koltuklarımız toplumdaki yerimizin birer
göstergesinden başka bir şey değildir.”
Moda kavramı gerçekliğini, kültürel gelişmelerin çoğu kez kaynağı olan Fransa’da
oluşturmuştur. Orada sadece bir ürün, bir tüketim ve arzu nesnesi olarak değil, kültürel,
sanatsal bir sonuç olarak da yer edinmiştir. Antropolog Marcel Mauss ve sosyolojisinin de
kurucusu Emile Durkheim da moda kavramını çalışmaları içine almıştır. Edebiyat alanında ise
Proust, Baudelaire, Mallarme ve Renoir Morand yapıtlarında bu kavramı anlatının içine
koyacaktır. Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı yapıtında, Marcel adlı anlatıcının
kıskançlıkla tutulduğu ve gerçek karakterini öğrenmek için çırpındığı Albertine’i dönemin
ünlü ressamı ve moda tasarımcısı Fortuny’nin hazırlamış olduğu giysilerle giydirmek,
güzelliğine kontes ve düşeslere özgü bir hava katmak istediğini sayfalarca aktarır. Yirminci
yüzyılın yarısında Pierre Bourdieu, Roland Barthes ve Umberto Eco’nun bu kavramın çok
yönlü okunmasında, Roland Barthes örneğinde olduğu gibi (The Fashion System ve The
Language of Fashion) çağdaş sanayi toplumunun, moda dizgesinin temelindeki mitlerin, bir
işaret sistemi/anlam üreten ona özgü özelliklerin çözümlenmesinde önemli katkıları olmuştur.
Roland Barthes The Fashion System/Moda Dizgesi adlı yapıtında, moda dergilerinde-kadın ve
diğer dergilerin moda sayfalarındaki fotoğrafları tamamlayan-anlamlandıran yazıları referans
alarak, görüntü olarak giysi ile yazıya dökülen giysi arasındaki ilişkilere, geçişkenliklere yer
verir.
MODA TARİHİNE BAKIŞ
Moda kavramı -göstergeler sistemi- insan psikolojisi, toplumsal yapı ve zamanın ruhunu en
ayrıntılı yansıtan unsurlardan biri olduğu için akla ilk olarak giyim-kuşamda yenilikleri
getirir. Bu nedenle moda tarihçesinin başlangıcı milattan binlerce yıl öncesine dek
götürelebilir: Çinlilerin, kadınların küçük ayaklarının zerafeti temsil etmesi düşüncesiyle
ayaklarını küçültmeleri için sıkıntılara girmesi ve o amaçla üretilen ayakkabılar, Babil’li ve
Asur’lu erkeklerin kaba, saçaklı yün elbise giymeleri kendi çağlarında moda hareketidir.
Kırım civarında yapılan arkeolojik kazılarda M.Ö 3. ve 5. yüzyıllara ait renkli, çizgili ve
değişik desende kumaşların bulunması, o zamanda da modanın olduğunu çağrıştırır. 1670’li
yıllarda erkeklerin peruk, uzun ceket, yelek giydiği, 1790’lı yıllarda kadınların farklı ve
zenginleşen bir çizgide seçim yaptığı belgelenmiştir.

Moda bu yıllardan sonra toplumda bir statü sembolü olarak kullanılmaya başlamıştır. Charles
Frederick Worth, moda dünyasına kişiliğini katmasıyla ilk “ünlü moda tasarımcısı” unvanını
almıştır (1858). Fransa’nın Lyon şehrinden aldığı ipek kumaşları kullanan Worth, bu şehirde
Bucol ve Sfate Et Combier gibi önemli ipek fabrikaları kurulmasını sağlamıştır.
Ancak moda kavramının ilk kez 1900 yılında modern yüzyılın terzilerinden Paul Poiret’nin
Paris’te kendi atölyesinde diktiği doğu esintileri taşıyan giysilerle oluştuğu saptanır.
Poiret’nin gündüz ve gece giysileri özgür kadınını ortaya koyar. 1902 yılında Thomas
Burberry ilk olarak gabardin kumaşı üretir ve bu kumaşın kendi adıyla anılmasını sağlar;
1905 yılında gazetelerde moda ekleri yayınlanmaya başlamıştır. (Yıllar içinde gelişerek,
trençkotlarıyla ünlü bir markaya dönüşen Burberry, 1942 yılında, Casablanca filminden sonra
Humphrey Bogart’ın filmdeki unutulmaz stili-klasik trençkotunu Casablanca adıyla üreterek
satışa sunmuştur.)
1913 yılında Gabriel Coco Chanel tasarladığı şapkalarıyla, Paris ve diğeri Deauville’de açtığı
iki butikle moda dünyasına girer. Erkek giysilerinde kullanılan bir çok aksesuar ve modeli
kadınlarda uygulayarak, kravatlı, ekose ceketli, şapkalı özgür kadın imajını yaratır. Ancak
kadınların giyimdeki değişim istemiyle kadın özgürlüğü/bağımsızlığı hareketlerini de
ilişkilendirmek gerekir. Batı’da kadınların eşitlik ve siyasi haklar için savaş verdikleri
savaşımda en “şık” yansıma kadınların dış görünümünde ve giyimlerinde bulacak, ek olarak
saç ve kozmetikte de değişmeler olacaktır. Bu gelişme ya da değişim kısa zamanda geniş
kitlelerin ilgisini çeken ve kısa zamanda bir endüstri olarak örgütlenen sinema ve dönemin
filmlerinin yıldız oyuncuların etkisinin de önemli payı olmuştur. Kaldı ki, “sinema, 1900’lü
yıllarda dönemin toplumsal düşüncesi şekillenirken ortaya çıkmıştır. Sinema yaratıcı
insanların buluşudur.” (Kılıç, 2008: 170)
Gelecekte modaya katkılarıyla 1938’te Legion d’honneur alacak Jeanne Lanvin, Chanel,
ayakkabı ve çantalarıyla ünlenecek Salvatore Ferragamo, Nina Ricci, dünyaca ünlü timsahlı
tişörtü yaratan Rene Lacoste, Marie Claire, Christian Dior yaptıkları işlerle yirminci yüzyıl
modasının yenilikçi, trend yaratan moda tasarımcıları olmuştur. Sonraki yıllarda özellikle
kadın modasında bu isimlere metal elbiseler üreterek modada sansasyon yaratan Paco
Rabanne, Japon moda tasarımcısı Kenzo Takada, Mitsuhiro Matsuda, Yohji Yamomoto, Issey
Miyake eklenecek ve onlarla batı dünyası modasında doğu rüzgarları esmeye başlayacaktır.
1980’li yılların estetiği Georgio Armani, Versace ve Donna Karan ile gelişir. Prada, Louis
Vuitton, Jil Sander, Yves Saint Laurent, Smalto gibi tasarımcıların da erkek giyimi ile kadın
giyiminin hareket noktalarında farklılıklar olmasına karşın, kaliteli kumaş, yeni ve farklı
kesimler, detaylarda hareketlilikle erkek modasının da önemsenmesi gerektiğini ortaya
koyduğu görülecektir.
SİNEMA ve MODA İLİŞKİLERİ
Moda süreci gibi, sinemanın da oluşturduğu endüstriyel ve sanatsal gelişim, modanın
sinemanın da malzemesi olmasını sağlayacaktır. Öte yandan “esnaf ve hazır giyimciler
filmlerde gördüklerinin tıpatıp kopyalarını üretmek için birbirleriyle yarışacaklardır.” (La
Ferla, 2010: 11) Vivien Leigh’in giydiği beyaz giysinin Rüzgâr Gibi Geçti (Gone With The
Wind), Humphrey’in Bogart’ın klasik trençkotunun hep hatırlandığı Casablanca, Fransız
modaevi Givenchy’e de ün kazandıran Audrey Hepburn’e dikilen elegan giysilerin
sergilendiği Sabrina (1954) gibi filmler bir yana, moda ile ilgili filmlerde bir tür yaratacak
denli benzer tema ya da estetik özellikler olmasa da belleklerde kalacak öykülerin içinde
belleklerde kalacak giysiler olacaktır: “Roma Tatili “, “Ve Tanrı Kadını Yarattı “, “Tatlı
Hayat”,”Grease”, “Annie Hall”,”Ucuz Roman”, “Rezarvuar Köpekleri” bu çerçevede
filmlerdir.
Moda filmlerinin neden bir tür olamadığı, kuşkusuz bu filmlerin belli bir anlatım
geleneği oluşturmadığı, “hemen her filmde tekrarlanan bir formülasyona dayalı anlatı
yapısına sahip olan ve böylelikle bir tür olarak sınıflandırılabilecek anlambilimsel ve
sözdizimsel yapı ortaya” (Özden, 2004: 211) koymadığı bağlamında saptanır. Ancak moda
ile ilgili filmlerin bir tür olmasa da, alışkanlıklar oluşturma/farklı eğilimleri-davranışları kabul
ettirmede rol oynadığı görülür. Örneğin, yönetmenliğini William Wyler’in yaptığı ve
oyuncusu Audrey Hepburn’e ilk başrolünde Oscar kazandıran Roma Tatili (Roman Holiday
1953) adlı film bir modern zaman prensesinin kraliyet dayatmalarına karşı gelerek tek başına
Roma’yı keşfetme öyküsünü anlatır. Gazeteci kimliğini saklayarak ilginç haberler peşinde
koşan Amerikalı bir gazeteciyle (Gregory Peck) tanışır. Ancak her ikisinini de planı, birbirine
aşık olmasıyla yön değiştirir. Audrey Hepburn’ün tanınmamak için bir berberde kestirdiği kısa
saçlarıın görünümü, filmin izlenmesinden hemen sonra tüm dünyada yeni bir saç kesim
modasına dönüşür. Buradaki karakter özellikle saç kesimiyle yeni bir modanın oluşmasına
neden olacaktır.
Roger Vadim tarafından yönetilen Ve Tanrı Kadını Yarattı ( Et Dieu… créa la femme1956)
başrol oyuncusu Brigitte Bardot ile Sex Kitten (Seksi Kedi) sembolünü yaratır. Sinemada
özgür, isteğince yaşayan ve giyinebilen, tabulara aldırış etmeyen kadın imgesini yükseltirken,
aynı zamanda tüm dünyada bikininin moda olmasını sağlamıştır.
“Tatlı Hayat” (Dolce Vita) tıpkı Roger Vadim’in Bardot ile yaptığı “Ve Tanrı Kadını
Yarattı” benzeri, yönetmen Fellini’nin film için hayal etmiş olduğu gibi görünen yıldız,
Fellini’nin “Benim düş figürürümün hayat bulmuş halisiniz” (Fellini, 1995: 152) dediği Anita
Ekberg ile öne çıkacaktır. Anita Ekberg görünümü birçok kadını/modayı etkilemekle
kalmayacak yıldız oyuncunun da yaşamını değiştirecek, filmin çekildiği (ünlü sahne Fontana
di Trevi nedeni ile) Roma ayrılamadığı bir kent olacaktır. Öte yandan filmin erkek oyuncusu,
gazetecinin (Marcello Mastroianni) adı olan Paparazzo, tüm dünyada Paparazzi adıyla
Fellini’nin “bence adamdan çok kamera olan ruhsuz bir fotoğrafçı”, kısaca yeni bir gazeteci
tipinin çıkması/çoğalmasına neden olacaktır.
Faye Dunaway’in canlandırdığı “Bonnie ve Clyde” (1967) filmindeki 30’ların alımlı
kadınının giydiği dar dizaltı etek, hırka-kazak takım ve gösterişli bere yine yeni bir kadın
tipinin doğmasına neden olacaktır. 1970 yılının ünlü melodramı “Love Story” filmindeki
süveterler, paltolar, eşarplar ve Ali McGraw’in el örgüsü şapkası kolejli kız modasını
başlatacaktır. F. Scott Fitzgerald’ın romanından sinemaya uygulanan “Muhteşem Gatsby”
filmi, 1920’lerin klasik Amerikan stilini, erkeklerde üç düğmeli ceketli takım giysiler, şapka,
eldivenler, kadınlarda krem ve beyaz giysiler, büyük şapkaları günlük yaşama sokacaktır.
Yönetmenliğini Randal Kleiser’in yaptığı, başrollerini John Travolta, Olivia Newton
John ve Stockard Channing’in paylaştığı 1978 ABD yapımı “Grease” müzikal, romantik
komedidir. Soundtrack’inde yer alan “Hopelessly Devoted to You” parçası ve filmin
karakterleri, yücelttiği dans kültürü yanı sıra Olivia Newton John’un filmdeki giysileri, filmin
genel olarak modaya getirdikleri ile bir rüzgar estirmiştir. Değişim ve modaya getirdiği ile
“Annie Hall”, “Benim Afrikam”, “Ucuz Roman/Pulp Fiction”, “Rezarvuar
Köpekleri/Rezervoir Dogs ” diğer anılmaya değer filmlerdir. Woody Allen imzasını taşıyan
“Annie Hall”de (1977) Diane Keaton’ın giydiği erkeksi çizgiler taşıyan giysileri oldukça etki 101
SİNEMA ve MODA: ÇÖZÜLEN EFSANEVİ BİRLİKTELİK
yaratmıştır. Gösteriden sonra birçok kişinin aynı tüvitleri, haki pantalonları ve fötr şapkaları
giydiğine tanık olunmuştur. 1985 tarihli “Benim Afrikam” filminde Meryl Streep’in bozkırda
giydiği fildişi rengi binici ceketi ve haki safari görüntüsüyse o zamandan beri Ralph
Lauren’in ürünlerinlerinde yer bulmaktadır.” (La Ferla, 2010: 11) Quentin Tarantino’nun B
Movie Amerikan filmlerine gönderme yaptığı, yazdığı-yönettiği “Ucuz Roman/Pulp Fiction”
ve “Rezarvuar Köpekleri/Rezervoir Dogs” sinemaya alışılmadık bir tarz getirdiği gibi, müzik
ve moda kavramına yeni imgeler katar. “Rezarvuar Köpekleri/Rezervoir Dogs” erkek
giyiminde yeniden klasik-siyah giysinin varlığını hatırlatır.
Eğer amaç modanın yakın dönemdeki filmleriyle sinemada kısa bir inceleme yapacak olursak,
“Tiffany’de Kahvaltı” filmi iyi bir örnek olabilir. Filmde Audrey Hepburn için tasarlanmış
giysiler kadın modasına yeni bakış kadar, kadına bakışın da değişmesine neden olacaktır.
İngiltere’de bir DVD kiralama şirketi olan Lovefilm, geçtiğimiz yıl beyazperdedeki en
unutulmaz giysileri müşterileri arasında anket yoluyla seçtirmiş, sonuçta Audrey Hepburn’ün
1961 yılında çekilen “Tiffany’de Kahvaltı” filminde giydiği siyah elbise en unutulmaz giysi
olmuştur. Bu ankete göre, “Kefaret (Anxtonement) ” filminde Keira Knightley’in giydiği yeşil
elbise ikinci, “Yaz Bekarı” (The Seven Year Itch) filminde Marilyn Monroe’nun giydiği
beyaz elbise üçüncü, Ursula Andress’in “Dr. No” filminde giydiği beyaz bikini ise dördüncü
seçilir.
Amerikalı yazar Capote’nin (1934-1984) kendi yaşamından da izler taşıyan ünlü romanından
Blake Edwards’ın sinemaya uyarladığı Tiffany’de Kahvaltı filminin öyküsü 2. Dünya
Savaşı’nın son yıllarında yukarı Manhattan’da sosyete çevresinde geçer ve genç bir yazarla
çekici, hüzünlü, gizemli, yaşamını zengin erkeklere eskortluk yaparak kazanan Holy
Golightly (Audrey Hepburn) arasındaki ilişki anlatılır. Roman/film adını New York’ta
bulunan ve Holy ne zaman karamsarlığa kapılırsa günün hangi saatinde olursa olsun kendisini
orada bulduğu ünlü ve tarihi bir mücevher dükkânı olan Tiffany’s den alır. Onu kendine
getiren ayaküstü kahvesini içip sadviçini yerken pırlantaları izlediği mücevhercinin vitrininin
önünde olmaktır. Time dergisi Audrey Hepburn için “Bir Kraliçe’nin asaleti ile yaramaz bir
kızın enerjisinin mükemmel karışımı…
Mükemmel kesilmiş bir pırlantanın ateşi ile parladı ve ışık saçtı” diye yazmıştır.
İtalyan sinemacı Michelangelo Antonioni’nin 1966 yılında çektiği Blow Up, bir moda
fotoğrafçısı Thomas’ın (gerçekte Thomas karakteri, 60′ ların ünlü fotoğrafçısı David Bailey’in
kariyerini temel alır) meçhul bir cinayetle olan ilişkisi yoluyla modaya-modellere bakılmasına
sağlar. Öykü bir moda fotoğrafçısının (Hemmings), bir kadının (Redgrave) karıştığı ya da
karışmadığı belirsiz cinayetin fotoğraflarını kaza eseri çekmesi ve bununla birlikte gerçeklik
sorgusu içine düşmesini anlatır. Ancak filmin daha kapsamlı bir çözümlemeyi hak ettiği
ortadadır ve bu kapsamda gerçekleri imgeleştirerek yorum kapılarını aralayan, kişileriyle
birlikte modern toplumun “yıkıntıları arasında” izleyiciyi dolaştıran Michalengelo
Antonioni’nin Blow Up, filmi bir “aydınlanma” eleştirisi, 1968 Mayısına henüz iki yıl kala,
dünya “devrim” sesleriyle sarsılmaya hazırlanırken, Antonioni içinde yaşadığı zamanın
gerçekliğini sorgulama filmi olduğu gibi yorumlara rastlanmıştır.
” Onun derdi başkadır sanki. 1966 yılı, aynı zamanda postyapısalcı ve postfeminist akımların
ortaya çıkacağı ve cinsel özgürlüğün bir slogan gibi dalgalandığı 70’lerin de habercisiydi.
Filmin daha hemen başlarında Thomas’ın manken Verushka’nın fotoğraflarını çektiği sahne,
bir fotoğraftan çok sevişme sahnesini andırmaktadır. Sahnenin sonunda Thomas sanki
doyuma ulaşır ve rahatlar. Filmdeki kadın karakterlerin hepsi mutsuzdur. Her biri sistemin
çarkları içinde birer nesneye dönüşmüştür. Öznellikleri, kimlikleri yoktur. Thomas fotoğraf
çekiminde birer eşya gibi oynar onlarla.” Öte yandan Antonioni’nin önceki filmlerinde olduğu gibi Cinayeti Gördüm/Blow Up 4 adlı
4
Cinayeti Gördüm, Ahmet Açan (Koala Kultur), sekanss (facebook), 03 ocak 2011, sekanss.
filminde renklerin etkileyici dünyasını sorgulamaya çalıştığı üzerinde de durulmuştur: “Bu
filmde renklerden siyah beyaza doğru gelişen bir öyküleme içinde anlatımını yapan
Antonioni, renk kullanımını filmin başında Thomas’ın stüdyodan çıkıp otomobili ile antikacı
dükkanına gittiği sahnede bilinçli şekilde tasarlar. Thomas siyah otomobili ile yola çıkar,
kırmızı dükkanları geçer, mavi bir eve ulaşır, köşeyi döner, kahverengi tuğlalı evleri geçer,
siyah beyaz boyalı antikacı dükkanına ulaşır ve şeyleri siyah-beyaz görmek ister. Park baştan
başa yeşildir. İnsana huzur veren, sakinleştiren bu rengin ardında ne olduğunu araştırmaya
başlar. Yeşil o denli çekicidir ki, Thomas gözünün önünde olup biteni göremez. Yeşile
bürünmüş parka, siyah beyaz görüntü olarak baktığında ise gerçeği yakalar gibi olur, ama yanıldığını anlar.”5
Yönetmen Blow Up filmi için, “Londra’nın başkaları için değil, benim için ne renk olduğuna
karar verdim. Caddelerin rengini öyküye göre değiştirdim” demiştir. (Büker, 1985:59)
Madonna’nın başrolü oynadığı “Desperately Seeking Susan”da (1985), Madonna’nın
sütyenini bluzun üstüne giymesi olay olmuştur.
Hazır Giyim (Prét-a Porter 1994) Paris’te her yıl düzenlenen geleneksel hazır giyim
haftasının perde arkasında yaşananları anlatmayı dener. Bir anlamda bu film, modada
sezonların önceden belirlenmesinin önemliliğini, çok önceden sosyal zihne nasıl
yerleştirildiğini izleyiciye açıklar. Öyküde, moda haftası boyunca bir araya gelen ünlü
tasarımcılar, gazeteci, manken, magazin yazarları ve fotoğrafçılar arasında birbirleriyle ilgisi
olmayan çeşitli olaylar yaşanmaktadır.
Robert Altman’ın çektiği, moda odaklı Hazır Giyim Sophia Loren, Marcello Mastroianni,
Jean-Pierre Cassel, Kim Basinger, Julia Roberts, Tim Robbins, gibi ünlü oyuncuların rol
5Sinemada Rengi Sanata Dönüştüren Usta : Antonioni. Mustafa Sözen. www. Modernzamanlar. Com/Antoni.Htm
aldığı film büyük bir sürprizle biter ve “Moda bazen çıplaklıktır!” tezini savunur.
Mankenlerin defilenin finalinde podyuma çırılçıplak çıkmaları kuşkusuz oradaki izleyiciyi
olduğu gibi sinema salonundaki izleyiciyi de şaşırtmıştır. İşte böyle bir moda haftası
dolayısıyla bir araya gelen birbirinden ünlü tasarımcılar, gazete muhabirleri, mankenler,
magazin yazarları ve fotoğrafçılar arasında birbirleriyle ilgisi olmayan çeşitli olaylar
yaşanmaktadır. Bu kadar ünlü kişi bir araya gelince adeta herkesin gözü önünde cereyan
etmeye başlayan bu anlaşmazlıklar, kaçamaklar, gizli gizli yürütülen bir takım çalışmalar da
anında dünya basınının en öncelikli haberleri olarak gözler önüne serilmektedir.
Yönetmenliğini Michael Cristofer’in yaptığı Gia (1998) Amerika’nın ilk süper top modeli Gia
Marie Carangi’nin yaşamını anlatır. Moda sektörünün vitrinleri olarak nitelenen top
modellerin yaşamından onların zaman zaman sürüklendiği ürkütücü, içinde uyuşturucu ve
yalnızlıkların olduğu ve bazen filmde olduğu gibi (Gia’nın uyuşturucu bağımlılığı ve AIDS
yüzünden ölümü) olayları konu edinen filmin en çekici sahnesi ise, Angelina Jolie’nin bir
moda fotoğrafı çekimi sırasında sergilediği erotik performans olarak gösterilmiştir.
Şeytan Marka Giyer (2006) moda için çok önemli bir sektör olan moda yayıncılığın iç
yüzünden söz etmektedir. Sex and the City gibi televizyon dizilerinin yönetmeni olan David
Frankel, Lauren Weisberger’in öz yaşamından izler taşıyan, Cornell Üniversitesi’nden mezun
olduktan sonra Vogue dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapan ve modanın en güçlü ilk
on kişisi listesinde hep yerini almış, Buz Kraliçesi, Moda Hitler’i, Nükleer Wintour adlarıyla
tanınan Anna Wintour’un yanında asistanlığa başlamasının öyküsünü anlatır. Bunun için de
aynı adlı romanı filme uyarlar. Gerçekte, Lauren Weisberger bir yıl sonra işten çıkar ve
romanını yazmaya başlar, kitap daha bitmeden Mayıs 2002’de 200 bin dolara Doubleday
yayınevine Şeytan Prada Giyer in yayın hakkını satar. Filmde, retoriği biçimlendiren en
önemli ortamlardan biri olduğunun altı çizilen moda dergisi Runway’in (Vogue yerine) korku
salan görmüş geçirmiş editörü Miranda Priestly, zorunluluk nedeniyle modadan anlamayan
bir genç kızı (Andy) asistanı olarak işe almak zorunda kalır. Andy patronunun her türlü
kaprisine, bir köle gibi en mantıksız isteklerine boyun eğer, ceviz kabuğunu doldurmayacak,
sabun köpüğü kadar geçici moda dünyasının saçmalıklarına tanık olur ve sonunda
yaşadıklarına dayanamayarak isyan eder ve işten ayrılır.
Lagerfeld Sırları (Lagerfeld Confidentionel 2007) adını taşıyan belgeselde yönetmen
Rodolphe Marconi, saygı, hayranlık ve hassasiyetle ünlü modacı Lagerfeld’in gizemini
çözmeye çalışmaktadır. Yüz elli saatlik çekim boyunca Karl Lagerfeld’in yaşamını paylaşan
Marconi, bir giysinin hazırlanışını, söyleşileri, fotoğrafçılık ve resim çalışmalarını, sanat
kitapları koleksiyonunu, Chanel’i, Fendi’yi, Lagerfeld Galeri’yi, dünyanın en güzel kızlarını,
aktrislerini, dünyaca ünlü yıldızları yani kısaca bir moda yıldızının günlük yaşamını bir
belgesel gözüyle aktarır. Marconi sonuçta birçok sırrı ortaya çıkartır: Lagerfeld uzun yıllar
yaşamını paylaştığı kişinin ölümüyle yaralanmış, yalnız bir adamdır. Ve o aynı zamanda,
edebiyata, sinemaya, resme, Art Deco ve çağdaş sanata, şıklık ve lükse tutkun bir entellektüel,
çalışanlarına karşı hassas ve incelikli davranan, ama gerçekte uykusuzluk ve genel sağlık
sorunuyla boğuşan kederli bir insandır.
Chris Greenhalgh’ın 2002 yılında yazdığı Coco & Igor adlı romanından senaryolaştırılan,
Audrey Tatou’nun rol aldığı, Jan Kounen’in yönettiği 2009 yılı yapımı “Coco Chanel & Igor
Stravinsky” ünlü modacı Chanel’in yine ünlü müzik adamı Igor Stravinsky ile yaşadığı derin
ve hüzünlü aşkı anlatmaktadır. Öte yandan film Chanel’in kişiliğini ve işinde gösterdiği
titizliği, kadın modasını demokratikleştirme çabalarını ve parfümcü Ernest Beaux’nun
yardımıyla ile ünlü parfümü Chanel No.5’i nasıl yarattığını da göz önüne sermektedir.
SONUÇ:
Sonuç olarak, bu filmler modanın kültür ve sinema, sinemanın toplum-insan üzerindeki,
tasarım-stil dünyasındaki etkilerini gösteren örneklerdir ve öte yandan Barthes gibi egemen
ideolojinin kendisi olarak da nitelenen modanın temel ve yan anlamlarıyla okunmasını
sağlayan örneklerdir. Ancak, bugün “moda dünyasının içindekiler artık efsanevi birlikteliğin
eskisi gibi olmadığına inanıyor.” (La Ferla, 2010: 11) Çağımız filmlerinde gerçek modaya çok
az rastlandığı ve daha açık bir söyleyişle “zamane filmlerinin stil dünyasında büyük bir etki
yaratmadığı”nı söylemektedir. Artık, 1960’lar ve 1970’lerde olduğu gibi modayı belirleyen ve
sinemaseverlerin peşine düştüğü yıldızlar (Humphrey Bogart, Audrey Hepburn, Dunaway, Ali
Mc Graw) yoktur. Vogue dergisinin editörlerinden Andre Leon Talley “çünkü onların etkisini
zayıflatan tweeter’lar, blogcular, küçük ünlüler yoktu”, Barneys New York’un Yaratıcı
Direktörü Simon Doonan “Bugünlerde filmlerin moda üstündeki etkisi hiç de öyle belirgin
değil. Kendi kendinize “Marlon Brando’nun Vahşi Hücüm’da giydiği gibi bir deri şapka veya
Ali McGraw’un Love Story’de giydiği gibi bir yün şapka istiyorum”u kim diyebilir”
demektedir.
Ancak yine de filmler başlangıçta olduğu gibi izleyen üzerinde duygusal bir iz bırakmayı (bir
izlenim, bir renk veya ruh hali olarak) başarmakta, ama onların eski yıllardaki filmlerdeki gibi
giyim, tarz konusunda izleyiciyi harekete geçirmesi giderek zorlaşmaktadır. Tabii Marc
Jacobs’un 2007 bahar koleksiyonununda yer alan bazı giysilerin renk, kesim ve boyun
atkılarının biçimininde, arkadaşı Sofia Coppola’nın yönettiği Marie Antoniette’in etkisi
olduğunu açıklaması gibi örnekler vardır. Ama bir gerçek ortadadır, moda (Paris simgelerdi)
ve sinema (Hollywood) artık birbirinden ayrı düşmüştür. Ruth La Ferla, asıl nedenin “bir
zamanlar kolektif beğenileri biçimlendirmedeki tartışmasız üstünlüğünü sinemanın son on
yıldır televizyon ve konser sahneleri tarafından gasp edilmiş” olduğuna bağlamaktadır.
Ama yukarıda değinilen filmler yine de moda dünyasının filmler için bir konu kaynağı
olduğunu ve filmlerin box raporları dikkate alınırsa sinemanın milyonlarca izleyicinin
bakışıyla eski yıllardaki gibi -daha az sonuçlar ortaya koysa da- bağ kurmaya devam ettiğini
göstermektedir.

 
KAYNAKLAR:
BARTHES, Roland (1967). “The Fashion system=[Systeme de la mode]”, University of California Pr. Berkeley BARTHES, Roland (1997). “GöstergebilimselSerüven” , Yapı Kredi Yayınları, İstanbul BARTHES, Roland (1996). “Göstergeler imparatorluğu” , Yapı Kredi Yayınları, İstanbul GUIRAUD, Pierre, (1994). “Göstergebilim (Le Sémiologie), Çev: Prof. Dr. YALÇIN, Mehmet, İmge Kitabevi, Ankara. GUIRAUD, Pierre (1984). “Anlambilim”, Çev : VARDAR, Berke, Kuzey Yayınları, Ankara KILIÇ, Levent (2008). “Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi”, Dost Yanınevi, Ankara La FERLA, Ruth (2010). “Muhteşem İkili, Sinema ve Moda Artık Ayrı Düştü”, The New York Times, (Sabah) ÖZDEN, Zafer (2004), “Film Eleştirisi”, İmge Kitabevi, Ankara SANDER, Charlotte (1995). “Ben Fellini” , Çev: İGA, İlknur, Afa Sinema, İstanbul
108

208 thoughts on “SİNEMA ve MODA: ÇÖZÜLEN EFSANEVİ BİRLİKTELİK

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *